Nevzat Sumer ile söyleşi

-
Aa
+
a
a
a

Bir dizi olarak yayınlanacak olan aşağıdaki söyleşi Açık Radyo’da 1999-2001 yılları arasında Bülent Aksoy ve Ersu Pekin tarafından hazırlanan, radyo sanatkârlarının ağırlandığı “Radyo Anıları” serisinin beşincisidir.

Nevzat Sumer (1927 - 2018)

(Yayımlandığı tarihler: 22, 29 Temmuz 2001)

BA. Nevzat Bey, siz önce Ankara, sonra İstanbul radyolarında görev aldınız, bugün de konservatuvarda kanun öğretmeni olarak çalışıyorsunuz. İlkin, nerede doğduğunuzu, içine doğduğunuz çevreyi öğrenelim, sonra da musıki geçmişinizi sizin ağzınızdan dinleyelim. 

NS. Merzifon’da doğmuşum, nüfus kaydıma göre 1927'de, ama doğruluğundan şüpheliyim. Çünkü babam bir iki sene sonra Samsun’da çıkartmış nüfusumu, kesin tarihi bilinmiyor. Annem 13 Aralık olduğunu söylemişti, ama hangi yılın, o da belli değil. 

BA. İlk ve orta öğreniminizi orada tamamladınız herhalde. 

NS. İlkokulu, ortaokulu Merzifon’da okudum. İlkokul öncesi çocukluğum Samsun’da geçti. Sonra Bursa Ziraat Okuluna yazıldım. Musıkiye geç yaşta başladım. Halbuki musıkiye karşı üstün bir ilgim ve sevgim olduğunu çok küçük yaşta hissetmiştim. Fakat türlü sebeplerle geç başladım musıkiye. Udla başladım. Merzifon’daydım, hoca yoktu, kitap yoktu, nota yoktu. Bir komşumuz vardı, o bana udun tellerinin adlarını söyledi. Bir de çok basit bir türküyü öğretti, "oğlan yaylı kız yaylı" diye bir türkü vardı, onu öğretti, o kadar. 

EP. Geç dediğiniz yaş kaç? 

NS. On beş, on altı. Sonra öğretmen okulunda okuyan, benden bir iki yaş küçük bir arkadaşım vardı. O zamanki öğretmen okulları çok kuvvetliydi; çok iyi öğretmen yetiştiriyordu, musıkiyi de çok iyi öğretiyorlardı. O arkadaşım orada nota öğrenmişti mesela. İlkokul ve ortaokulda öğrendiğim müzik bilgilerini hatırlatarak bana udu nasıl çalacağımı tarif etmişti. İlk ele aldığımız eser neyzen Salim Bey'in hicaz peşreviydi. Bana şöyle demişti: bir dörtlüğe dört mızrap vuracaksın, sekizliğe iki mızrap, onaltılığa da bir mızrap. Notaları böyle ölçeceksin. O peşrevi aldım, o gün eve kapandım, başka hiçbir işle uğraşmadan peşrevi bir hane-bir teslim çaldım. Ertesi gün tamamdı peşrevin bu kısmı. Öylece başladım, sonra bulduğum notaları çalmaya başladım. İskender Kutmani o zaman nota basıyordu. 

Bilahare İskender Kutmani’den notalar getirtiyor, onları çalıyorduk.  Usûlü takip ediyoruz, makamı anlıyoruz, ama nazariyatını bilmiyoruz. Bunu öğreneceğimiz bir kitap da yok, nereden temin edilir, onu da bilmiyoruz o günlerde... Fakat birçok eseri o şekilde çalmaya başladım. Sonra okul bitti. Okul devresinde de mümkün olduğu kadar çalıştım. Okul bitti, askere gittim, yedek subay oldum.  

BA. Hangi şehre gittiniz? 

NS. Ankara’ya. Ama önce Gelibolu’ya gitmiştim. Hazırlık kıtası vardı orada, iki ay hazırlık kıtasında talim gördüm. Sonra yedek subay okuluna öğrenci olarak geldik. Altı ayımız yedek subayda geçti. Yedek subayda rahmetli Ekrem Güyer'le beraberdik, ama o başka bir taburdaydı. Ekrem Bey'e ricada bulundum. Dedim ki, ben udu iyi kötü çalıyorum, ama bir hoca bulup tekniğini kuvvetli bir şekilde öğrenemedim, sazımı değiştirmek istiyorum. 

O yıllarda Ankara Radyosunda kanunî Osman Güvenir vardı. Bir kanun alsam, Osman Bey'den ders almamı sağlayabilir misiniz? Daha başından metodu ile öğrenmek istediğimi söyledim. Peki dedi, ama mümkün olmadı yedek subaylık sırasında. Ben yine de basit bir kanun bulup aldım, ama hoca bulamadım. Askerî birlikte çalışacak yer de bulamıyordum. Akşamları yatmadan önce yorganın altına girip çalmaya çalışıyordum. Fakat koğuşta başkalarını rahatsız etmek olmazdı tabii, o şekilde de çalışamadım. Yedek subay hazırlık kıtasında çalışamadığım gibi, okulda da çalışamadım. Kıtaya çıktığımda da çalışmak için pek imkân bulamadım. 

Yedek subaylık bittikten sonra, musıki dersleri almak için Istanbul’a yerleşmeyi, burada yaşamayı düşündüm. Fakat yatılı okulda okuduğum için mecburi hizmetim de vardı. Mecburi hizmetim beş seneydi, o hizmet için beş yıl memur olarak çalışmak zorundaydım. Istanbul'a geldim, tek kelimeyle söyleyeyim tutunamadım. Bilahare memuriyete başladım. Çorum’un Alaca kazasında bir buçuk yıl, ondan sonra Sungurlu kazasında bir iki yıl memur olarak çalıştıktan sonra Ankara’ya tayinim çıktı. Ankara’da Tarım Bakanlığına tayin edildim. Bir musıki muhiti vardı Ankara'da, cemiyetler vardı... 

EP. On beş yaşındayken amatörce ud çalmaya başlıyorsunuz, sonra askere gidiyorsunuz. Askerliğiniz sırasında, Ankara Radyosunda dinlemiş olduğunuz Osman Güvenir’den ders almak istediğinizi Ekrem Güyer’e söylüyorsunuz. Demek ki o sırada Ankara Radyosunu dinliyor, Osman Güvenir'i tanıyorsunuz. Peki radyo dinlemenin eksiklerinizi tamamlamak bakımından katkısı oldu mu size?

NS. Çok katkısı oldu. O günlerde kulağımda en çok kalan müzik, bilhassa öğle saatlerinde her gün yayımlanan, Ruşen Kam, Vecihe Daryal ve Cevdet Kozanoğlu’nun birlikte çaldıkları saz eserleriydi. Onlar solistlere de eşlik ediyorlardı. Son derece ince, zarif bir üslupla, çok temiz bir şekilde, klasik üsluba tamamen uygun bir şekilde musıki icra etmekteydiler. Kulağım o musıkiyle doluydu. Bunun dışında, 1940'larda Ankara Radyosunda Fahri Kopuz yönetiminde fasıllar yayımlanıyordu, o fasılları da dinliyordum. Ayrıca birçok soloları. O yılların solistlerinden Müzeyyen Senar, Mefharet Yıldırım, Perihan Altındağ gibi sanatçıları dinliyorduk. Refakatler de çok güzeldi. O yıllarda radyo dinlerken o sesleri bize veren, o musıkiyi bize ulaştıran sanatçılara büyük hayranlık duyuyordum. Ulaşılmaz insanlar olarak görüyordum onları. Bu hayranlığım bugün de devam etmekte. 

EP. Elli yılı aşkın bir süre musıkiyle meşgul olunca "klasik" kavramınız iyice yerine oturmuştur tabii. Ama herhalde o yıllarda sizin için klasik musıki, klasik üslup dendiği zaman gözünüzün önüne gelen örnekler Ruşen Kam, Vecihe Daryal ve Cevdet Kozanoğlu’nun radyodaki icralarıydı. O icraları klasik üslup olarak kabul ettiniz demek ki. 

NS. Evet, kulağımıza ilk gelen örnekler onlardı. 

BA. Nevzat Bey, sözünüze bir noktada ara vermiştiniz, oraya dönelim. Kanuna heves ettiniz, ama radyoda çalacak kadar ilerletememiştiniz değil mi? 

NS. Hayır efendim, memuriyete girdiğim ve Çorum’un Alaca kasabasındaki memuriyetim sırasında kanun çalabilmek için çok çalıştım. Hiç hocam olmadı, kendi kendime, yalnız notalarım çoğalmıştı. Notaları çözmek, tekniğimi ilerletmekle meşguldüm. Kendi buluşlarımla çalıyordum. Kimse bana şöyle vur, şöyle tut, şöyle yap, şöyle otur, şöyle kalk demedi. Sungurlu’da da çalışmaya devam ettim. Sonra Ankara’ya gelince musıki cemiyetlerine girdim. Fakat cemiyetlerdeki çalışmaların çok ağır yürüdüğünü görünce zaman kaybettiğimi düşünerek yine kendi kendime çalışmaya döndüm. 1952'de Tarım Bakanlığından  istifa ettim, memuriyetten çekildim. Mecburi hizmetimin bitmesine daha altı ay vardı, buna rağmen istifa etmiştim. Bir yıl kadar işsiz güçsüz oturdum. Bu sırada amatörce kanun çalmaya devam ettim. Bir gün bana dediler ki, seni Ankara Radyosuna sokalım, radyo sınav açtı, radyoya gir... 

BA. Arkadaşlarınız mı dedi? 

NS. Arkadaşlarım, benimle beraber amatörce çalan birkaç arkadaş vardı, onlar. Aman canım dedim, radyo kim ben kimim. Yok canım dediler, beni zorla sınava soktular. Bu teşvik karşısında, hadi girelim dedim, olursa olur, olmasa da olur deyip girdim. 

BA. Ankara Radyosunda sınav açıldı, siz de sınava girmeye karar verdiniz. Bunun hikâyesini dinleyelim sizden... 

NS. Efendim, dostların teşvikiyle bu sınava girmeyi kabul ettim. O yıl okuyucuların yanında sazende de alınacaktı radyoya. Halk müziğinden ve sanat müziğinden, hatırladığım kadarıyla, on altı sazende başvurmuştu. Sınav odasında büyük bir jüri vardı, o zamanın devleri Refik Fersan, Cevdet Kozanoğlu, Münir Nurettin Selçuk, Suphi Ziya Özbekkan vardı jüride. Sorular sordular, hemen hemen hepsini cevaplandırdım. Yalnız Münir Bey küçük bir melodi parçası okudu, bunu notaya al dedi. Tahtaya yazdım okuduğu melodiyi, o okudu ben yazdım. Dikkat et dedi. Dikkat ediyorum, bir şey göremiyorum. Aksak semai usûlünde bir melodi okumuş, başta bir dörtlük bir sekizlik nota var... Ben onu dörtlük ve nokta olarak yazmışım, halbuki dörtlük ve sekizlik ayrı olacakmış. Benim fark etmediğim buymuş. 

EP. Çok ince bir ayrıntı.

NS. Çok ince evet. Çok da heyecanlıyım tabii, benim yapım öyle zaten. Sonra Sazende adlı nota kitabını açtılar, rastgele bir yaprak, önüme bir nota koydular, çal bunu dediler, onu da çalarken, bir satırın başındaki diyez köşeye sıkışmış, küçücük bir işaret, sonradan mı yazıldı nedir, matbu yazıydı, ama her nasılsa öyle basılmıştı, o diyezi görmemişim, orada bir aksama oldu...  Böyle olunca çık evladım dediler bana. Kaybettim dedim içimden, böyle olacağını biliyordum zaten diyorum kendi kendime, fakat kapıdan çıkarken, tam kapıyı kapatacağım, bir cesaretle dönüp, büyük usûl sormadınız bana dedim. 

Peki, gel bakalım dediler, girdim içeri, bize bir devrikebir vur dediler, vurmaya başladım. Sonra ben vururken onlar lafa daldı, usûlü bitirdim, sonra tamam çocuğum dediler, çıktım. Aradan iki üç gün geçti, arkadaşlar geldi, kazanamamışsın dediler. Ben gitmedim sonuçların asıldığı listeye bakmaya, belliydi zaten öyle olacağı diyorum kendi kendime. Aradan bir hafta geçti, çok yakın bir arkadaşım geldi, kazanmışsın sen yahu dedi. Gittik baktık, hakikaten kazanmışım. İşte o on altı aday arasında sanat müziğinden ben kazanmışım, halk müziğinden de Nida Tüfekçi. 

BA. Sadece iki kişi. 

NS. Yıllar sonra 1976'da konservatuvarda halk müziği başkan yardımcısı oydu, sanat müziği başkan yardımcısı da bendim. 

BA. Sanat müziğinden bir tek siz alındınız. 

NS. Evet saz olarak. Ama o devrede alınan okuyucular vardı. Bunlardan birçoğu şöhret oldu.  

BA. O sınav için mi söylüyorsunuz? Kimler alınmıştı? 

NS. Nesrin Sipahi, Sevim Erdi [sonra Deran], Gönül Söyler, Gül Batu gibi. Birkaç kişi daha vardı. Fikret Kozinoğlu da o devredeydi. 

BA. Böylece radyo camiasına katılmış oldunuz...  

EP. Siz zaten Ankara Radyosunu dinleyerek kendinizi yetiştirmiştiniz. Sizin hocanız bir bakıma anlamda Ankara Radyosu olmuş. 

NS. Evet. O sanatkârlara duyduğum hayranlık devam ediyordu. Yayınlara elim ayağım titreyerek giriyorum, son derece heyecanlıyım. Yirmi beş yıl çalıştığım radyoda bu heyecanı hiçbir zaman üstümden atamadım, rahat rahat saz çalamadım. 

EP. İki üç yıl önce radyoda hayranlıkla dinlediğiniz insanlarla aynı programda yan yana çalmak çok heyecan verici bir duygu olmalı... 

NS. Tabii efendim. Ben radyoya girmeden önce, Istanbul'dan davet edilerek Ankara Radyosuna gelen büyük sanatçılar vardı. Mesut Cemil müzik yayınları şefiydi. Sonra, Refik Fersan, Fahire Fersan, İzzettin Ökte, Hakkı Derman, Şerif İçli... 

Maksim Gazinosu Hakkı Derman'la Şerif İçli'yi Istanbul'a davet etmişlerdi, onlar 1945'te Ankara'dan ayrılıp Istanbul'a gitmişlerdi. Müzeyyen Senar, Perihan Altındağ. Semahat Ergökmen, Müzehher Güyer... Bunlar hep bizden önceki devrelerin sanatçılarıydı.

Ben radyoya girdikten sonra Fahri Kopuz yönetiminde fasıllar yayımlanıyordu. Fahri Kopuz çok faal bir insandı. Bilirsiniz, Darüttalim-i Musıki'yi kuran ve yaşatan odur. Fahri Kopuz sadece fasıl yönetmekle kalmıyor, Ankara Radyosunun ihtiyacı olan notaları yazdırmak, bastırmak gibi fahri bir hizmeti de üstlenmiş durumdaydı.  Radyoda kullanılan notaların pek çoğu Fahri Kopuz’un emeğiyle ortaya çıkmıştır. Ondan evvelki notalar gayet basit baskılardı; şapograf yahut şunun bunun el yazısı olan çok tashih görmüş notalardı. Fahri Bey o notaların temiz bir şekilde bastırılıp yayınlara girmesini, kullanılmasını sağlıyordu. 

EP. Nasıl bir baskıydı? Teksir makinesiyle değil de matbaa baskısı mıydı? 

NS. Matbaa baskısıydı. O notalardan bende hâlâ vardır. Fasıl diyordum... Bu fasılda çalan sanatçılar hatırladığım kadarıyla şu sanatçılardı: kemanda Naci Tektel, Ali Demir, kanunda Osman Güvenir, santur Zühtü Bardakoğlu —çok usta bir sanatçıydı o da—, klarnette Saffet Gündeğer, neyde Şevki Sevgin. Bunun dışında solistlere refakat eden saz grupları vardı. Grup olmuşlardı, anlaşmış gruplardı bunlar. Bizden önce teşekkül etmiş olan grup, demin de bahsettiğim sanatçılardan kuruluydu; yani Ruşen Kam, Vecihe Daryal, Cevdet Kozanoğlu. Son derece zarif bir üslupla, son derece güzel, çok dikkate değer bir icra ortaya koyuyorlardı. Onlardan sonraki kuşaktan bir grup vardı: kemençede Cüneyd Orhon, udî Halil Aksoy, kanunî Necdet Varol. Selahattin İnal, Ferit Sıdal benden bir iki yıl önce girmişlerdi radyoya. Ben girince onlarla birleştim, biz de bir grup olduk. Uzun süre solistlere biz eşlik ettik o yıllarda.. 

BA. Solistlere eşlik ettiniz, peki saz eserleri de çaldınız mı birlikte? 

NS. O yıllarda çok sayıda saz eseri çaldık. Beğeniliyordu ki devam ettik. 

BA. Kaç dakikalık programlardı bunlar? 

NS. On beş dakikalık. Bir peşrev, bir semai çalıyorduk. 

BA. Kaç yıl sürdü bu saz eseri programları? 

NS. Saz eserleri programları 1955-1958 arasındaydı. 

BA. En az yüz program, belki daha fazla. 

NS. Altmıştan aşağı değildir. 

EP. Haftada bir kere mi yayımlanıyordu bunlar? 

NS. Sık sık yayımlanıyordu. Çok sevilen programlardı. 

BA. Peki bu programlardan elinizde kalan kayıtlar var mı? 

NS. Bundan beş altı yıl evveldi, Ferit Sıdal TRT müzik dairesinde uzmanken bana bir kaset dinletti, bir tanesini bulabilmiş, öbürlerine rastlamadık, rastlayanı da görmedim. 

BA. Bir de solistlere eşlik ettiniz aynı sazlarla. Daha çok kimlere eşlik ettiniz? 

NS. O devirde eşlik ettiğimiz solistler radyonun kadrolu solistleriydi. Bunların çoğu 1953 yılında radyoya stajer olarak alınmış arkadaşlardı. Demin adlarını saydıklarım Nesrin Sipahi, Sevim Erdi, Gül Batu, Gönül Söyler, Ziya Taşkent, Güneri Tecer, Behiye Aksoy. Onlardan başka Ankara Radyosunun pek çok solistine eşlik ettik; Semahat Ergökmen, Müzehher Güyer, Cevriye Ceyhun, Halil Atlar, Mustafa Sağyaşar gibi. Radyoya girdiğim günden itibaren başka hiçbir işle uğraşmadım. Çok düşkündüm müziğe, çok çalışıyordum; radyoya girdikten sonra daha çok çalışmaya başlamıştım. 

EP. Evli miydiniz siz radyoya girdiğinizde? 

NS. Hayır efendim, ben 1962’de evlendim, yani radyoya girdikten sekiz sene sonra. Bekârdım. Stajyerlikten sanatçılığa yol almakta olan, notayı daha yeni, yarım yamalak söküp deşifre edebilen, radyoda solo okuyan bütün arkadaşlar programlarında okuyacakları eserlerin notalarını alır, bana gelirlerdi. Çünkü ben sabah dokuzda radyoya giderdim, bir iki seansım varsa orada çalar, gece saat dokuza kadar radyoda çalışırdım. Beni kolayca görebildikleri için programlarını alıp bana gelirler, şunları çal da biraz çalışalım derlerdi. 

EP. Bir nevi repetitör gibi... 

NS. Evet, bu şekilde. Radyoda pek çok arkadaşla çalıştım. Bundan pek çok yarar sağladım. Bir yararı repertuvarımın genişlemesidir; ikincisi, çaldığım eserleri ezberledim. Dahası, onlarla tekrarlaya tekrarlaya güfteleri de ezberledim. Mâlûm-i âlîniz, bir sazendenin yalnız nağmeyi bilmesi, çalması kâfi değildir. Sözlü eserlerde sazendenin güfteyi bilmesi de çok önemli. Çünkü hecelerin rastladığı notalarla hecesiz notaların arasındaki icra farkını belirtmesi lazım sazendenin. Ona göre çalması lazım; yani hecelerde vuracağı mızrap ile bağlı notalarda vuracağı mızrap arasında bir fark var. 

BA. Çok önemli bir şey söylediniz. 

NS. Refakatin özüdür bu. Vecihe Hanım da söylerdi bunu. Bundan da çok istifade ettim, güfteyi de ezberlediğim için. Güftelerin çoğu hâlâ hafızamdadır.  Velhasıl, Ankara Radyosu kütüphanesindeki eserleri bu şekilde ezberledim, güfteleriyle beraber. Artık notaya bakmaz oldum çalarken, o hale gelmiştim. 

BA. Bu meziyetinizle çok aranan bir eşlik sazı olmuşsunuzdur. 

NS. Efendim, dediğim gibi, sololara çoğunlukla biz eşlik ediyorduk. Aranan demeyelim de.... 

BA. Ama eşlikte çok tercih edilen sazlar vardır radyolarda. 

NS. Erkek sazendeler taksim etmeye meraklıdırlar, taksim üzerinde çok çalışırlar. 

EP. Kadın sazendeler taksim etmek istemez mi? 

NS. Kadın sazendelerde bu istek biraz zayıfçadır. Mesela Vecihe Hanım bir makamı üç beş mızrapla gösterir geçerdi. Uzun taksimlerini görmezdik. 

BA. Ankara Radyosunda da kadın icracılar vardı, Vedia Tunççekiç vardı. 

NS. Vedia Hanım'la da çok çalıştık. Şunu söyleyecektim: erkek sazendelerin çok düşkün oldukları taksime ben onlar kadar önem vermedim. Refakate çok önem verdim. İstedim ki, sazım da şarkı söylesin... Nasıl bir solist şarkıyı güftesiyle okuyorsa sazım da öyle okusun istedim. Bilmiyorum, ne derecede başarılı oldum. Ama Selahattin İnal ve Ferit Sıdal ile kurduğumuz grupta başarılı olduğumuzu söyleyebilirim. 

BA. En çok bu iki sazende ile beraber çaldınız değil mi? 

NS. En çok onlarla beraber oldum. 

BA. Bu üçlünün uzun zaman beraber çalışmış olmaları, birbirlerini iyi anlamış olmaları, icrada mutlaka etkili olmuştur. Ankara Radyosunun eski kayıtlarına baktığımda aynı üçlünün Zeki Müren’e eşlik ettiğini görmüştüm. Bu üçlüyle olağanüstü derecede güzel bir icra çıkmış. Zeki Müren konusunu sonraya bırakalım. Bir takım halinde çalışmanın yararlarından biraz bahseder misiniz? 

NS. Bir grupta aynı müzik anlayışında olmak önemlidir; biz de o durumdaydık. Birlikte çalışıp pek çok kere çalmakla anlıyorsunuz birbirinizi. Öyle bir anlayış görüş birliği içindeydik ki, yanlış yazılmış, karalanmış, düzeltilmiş bir nota gelince bizler aramızda hiç konuşmadan o yanlışı düzelterek çalardık, üçümüz de aynı şekilde. Böyle bir beraberlik. Aa, burası yanlış yazılmış, düzeltelim demeye hiç lüzum kalmazdı. Konuşmadan birleşebilmek çok önemli. İcralarımızın bir özelliği de, daha dinamik oluşuydu. Kuru, akademik denebilecek icradan ziyade, sazendenin esere faal olarak katıldığı bir icra şeklimiz vardı. Daha kıvrak bir icralardı bunlar. 

BA. Sizin radyo kayıtlarınızda usûllerin temposunu ağır tutmak yerine, daha yürük tutmaktan yana olan, daha kıvrak bir icra şekli uyguladığınızı görüyoruz. Soliste eşlik ederken de, saz eseri icrasında da. Bu konudaki tavrınız nasıl oluştu? 

NA. Başlangıçta belki de pek bilinçli yahut bilgili olarak değil, ama dinamik bir icrayı yeğ tutuyorduk. Fakat zaman geçtikçe, Türk musıkisinin söylendiği gibi ağır, hantal bir musıki olduğunu kabul edemez oldum. En ağır eserlerinde dahi bir dinamizmin mevcut olduğunu gördüm. Bunun da icrada yansıması gerektiği kanaatine vardım. O dinamizmin verilmesi gerektiğini düşünüyorum artık. Bu, sadece metronomu hızlı tutmakla değil, aynı zamanda eseri ifade edebilmekle ilgili bir konu. Çünkü denir ki, bir eserin ruhuna işlenen günah, lafzına işlenen günahla başlar. O halde, bir eseri ilkin doğru çalacağız, sonra onun ruhunu aksettirmek için uğraşacağız. Bir eserdeki değerlerin tekmilini dinleyiciye ulaştırmanın icracının görevi olduğuna inanıyorum. Bizler Türk müziğindeki dinamizmin de dinleyiciye hissettirilmesinin gerekli olduğu düşüncesiyle arkadaşlarımızla birlikte bu çeşit icrayı yeğ tuttuk, o üslupta, o tavırda çaldık hep. 

BA. Peki eşlik ettiğiniz solistlerle de bu anlayışı paylaşabiliyor muydunuz? Değişik anlayışta solistlerle de çalıştınız tabii. 

NS.  O devirde Ankara Radyosunda bütün eserler metronomun hızından daha ağır bir tempoyla okunuyordu. Gerçek hareketinin daha altında, daha ağır bir giderde. Neydi bunun sebebi? Solist ya gırtlak hâkimiyeti olmadığı için ağır okurken daha rahat ediyordu, ya da ister notaya bakarak okusun, isterse ezberden, ağır okurken hata ihtimali azaldığı için tempoyu düşürüyordu. Bir eseri daha hızlı bir giderde okuyabilmek, gerçek hareketini verebilmek ve daha iyi ifade edebilmek için çok iyi hazmetmiş olmak gerekiyordu. Ağırlık bunun için tercih ediliyordu diyebilirim. 

   İzzettin Ökte bir dönem şef olarak geldi bize. Zeki Müren de o devirde başvurmuştu radyoya. İzzettin Bey o günlerde gerek saz eserlerini gerek sözlü eserleri metronomun bir kat yürüğü ile icraya zorladı. Hocam, bu da biraz fazla diyorduk. O da, yürüğe alışsınlar, o zaman normal yerine oturur demişti. Çünkü öyle ağır ağır okuma, çalma alışkanlığı vardı ki, ondan kurtulmak kolay olmuyordu. O yıllarda Ankara Radyosu biraz daha hareketlendi. 

EP. Siz dinamik müzik anlayışınızı sadece tempoya, hızlılığa bağlı bir konu olarak değil, müziğin kendi iç dinamiklerini belirten bir icra diye açıklamıştınız. Ama İzzettin Ökte'nin istediği şeyi sadece hıza bağladınız. Sadece bir hız meselesi miydi onun derdi? 

NS. İzzetin Ökte'nin sanatçıları hıza zorlamasının sebebi onlara hem el hem hançere alışkanlığını kazandırmaktı. Bunun ifade ile ilgisi yoktu, sadece hızla ilgisi vardı tabii. Ama İzzettin Bey temeli çok zengin bir sanatçıydı. Herkes bilir, dinî musıkiyi de, sanat musıkisini de tam mânâsıyla hazmetmiş bir sanatçıydı; temeli çok sağlamdı. Yorum konusunda da üstün yönleri çoktu. Taksimlerinden de bellidir zaten. Ankara Radyosundaki bu hali değiştirebilmek için giriştiği bir teşebbüstü bu. 

BA. Siz Ankara Radyosunda stajyerlere ders de vermişsiniz. Biraz da o çalışmalarınızdan bahsetsek. 

NS. 1959'da Ankara Radyosuna bir grup stajyer daha alındı. Ben de hevesliyim meraklıyım işte. İdareye bu arkadaşlarla meşgul olabileceğimi söyledim. Günde ikişer saat olmak üzere haftanın altı günü –cumartesi günleri dahil– ders veriyordum. 

BA. Verdiğiniz dersin adı neydi? 

NS. Türk musıkisi nazariyat ve solfeji. Buna usûller de dahil. Eserleri tam olarak deşifre eder hale geldik, yoruma girme seviyesindeyiz, ben ayrılıp Istanbul’a geldim. O zamanki öğrencilerin çoğu tanınmış birer okuyucu oldu. İsimlerini sayayım: Ayla Gürses, Ayten Zenger (hâlâ Ankara Radyosundadır, hocadır, yönetmendir), Gönül Akkor, Nevin Güler (sonra Büyükalp oldu soyadı, evlendi Almanya’ya gitti), Sevim Sütçü Tokatlı, Ülkü Yürükoğlu (bilahare halk müziğine geçti, Zekâi Beşgül ile evlendi), Yüksel Kip (Tarık Kip'in eşi), Yaşar Özel, Yıldırım Gürses. Bunlardı çalıştığımız arkadaşlar. İki sene çok tatlı, çok verimli bir çalışma yürüttük. Onlar da memnundu, ben de memnundum. 

BA. Sizden önce de Ankara Radyosunda stajyerlere nazariyat dersi veriliyordu. Sizin dersleriniz 1960, 1961 yıllarına rastlıyor. Aynı radyoda sizden sonra da sürdü mü bu dersler? 

NS. Onu bilemiyorum. Ben 1962'de İstanbul’a geldim, bir sene kalıp döndüm. Benden sonra sürdürüldüğünü pek zannetmiyorum. Yalnız toplu çalışmalar, meşkler devam etmiş olabilir, ama bu şekilde ders verildiğini sanmam. Bizden önce, 1953 devresinde Halil Bedii Yönetken, Suphi Ziya Özbekkan ders veriyorlardı. 

BA. Sizin radyo çalışmalarınız yalnızca musıki icrası alanında değil, sosyal güvenlik konularında da çok değerli çalışmalarınız var. Ona geniş bir yer ayırmak istiyoruz. Ama önce musıkinin icrasıyla ilgili konuları tamamlayalım. Ankara Radyosunda uzun zaman Zeki Müren’le çalıştığınızı biliyoruz. Saz arkadaşlarınız Selahattin İnal ve Ferit Sıdal'la birlikte Zeki Müren’e uzun zaman eşlik ediyorsunuz. Bazı kayıtlarınız var bende. Çok güzel bir icra çıkmış ortaya. Zeki Müren’in de en parlak dönemi. Bu programları anlatır mısınız?

NS. Yıl 1958'di yanılmıyorsam, Zeki Müren askerlik görevi için Ankara’ya gelmişti yedek subay olarak. Radyoda Müzik Yayın Şefi İzzettin Ökte'ydi. Bir gün beni İzzettin Bey'in odasına çağırdılar, Zeki Müren de oradaydı. İzzettin Bey bizi tanıştırdı, sonra dedi ki: "Programları Nevzat tanzim edecek, o size yardımcı olacak, eşlik edecek olanlar, eserlerin notaları, hepsi onun işi, çalışmaya başlayabilirsiniz," dedi. Biz bu şekilde Zeki Müren için yarım saatlik programlar hazırladık. Yine aynı grubun sazları olarak Selahattin İnal ve Ferit Sıdal'la birlikte eşlik ettik; bazen de Suat Sayın udla katıldı. Bu programların sayısı elliyi altmışı bulmuştur. Bunlar hep banda alındı. 

BA. Haftada bir defa mı yayımlanıyordu?

NS. Evet, haftada bir kere, öyle hatırlıyorum. Biz devamlı olarak programları banda kaydettik. Bunlar çok temiz, güzel kayıtlar oldu, çok başarılıydı. 

BA. Canlı olarak yayımlananlar hiç yok muydu? 

NS. Hayır, hepsini banda alıyorduk, canlı yayın nadirdi. Canlı yayınlar Zeki Müren'in daha ziyade korolu programlarıydı. 

BA. Ama o yılların bantlarında bile "geriye dönme" pek olmuyordu galiba. Yani sanki canlı yayınmış gibi okunup banda alınıyordu, öyle değil mi? 

NS. "Olmadı baştan" olmuyordu, canlı yayın gibiydi. Yalnız herhangi bir ârızî bir duraklama olursa kesiyorduk. Ama Zeki Müren’in bantlarında durmak diye bir şey hiç olmuyordu. Çünkü çok iyi hazırlandıktan sonra giriliyordu stüdyoya. Onun için canlı yayını andırır şekilde oluyordu.

BA.  Yirmi dakikalık bir programın provası ne kadar sürüyordu? 

NS. Eserleri seçiyorduk zaten, o eserleri hepimiz biliyorduk. Provamızda eserlerin ifadesi ile konuları, nüansları kararlaştırıyor, hemen icraya giriyorduk. Uzun uzadıya çalışmıyorduk. Bir eseri bir defa, bilemediniz iki defa prova etmek yetiyordu. 

BA. Çok güzel radyo konserleriydi bunlar. O yıllardaki dinleyici ilgisi de yüksekti sanırım.

NS. Tabii, son derece yüksekti. O zaman Ankara Radyosunu Edirne'den Hakkâri'ye kadar bütün Türkiye dinleyebiliyordu. İstanbul Radyosu o yıllarda bu kadar geniş bir bölgede dinlenemiyordu. 

EP. Zeki Müren’le olan programlarınız hangi yıllardaydı?

NS. 1958-1959'da, askerliği süresinde. Ondan sonra da Zeki Müren sık sık Ankara’ya geldi. Mesela tiyatro mevsiminde Ankara devlet tiyatrolarının oyunlarını seyretmek için gelirdi. O sırada da bantlar doldururdu. Ama askerliği sırasında devamlı olarak bant doldurduk. 

BA. Zeki Müren hakkında "büyük sanatçı" deyip geçerler. Ama ne bakımdan önemlidir, ne bakımdan ileri bir sanatçıdır? Bunlar üzerinde pek durulmaz. Bu kadar uzun zaman eşlik ettiğiniz Zeki Müren'in sanat yönü, hanendeliği hakkında bir şeyler söyler misiniz? 

NS. Zeki Müren her şeyden önce fevkalade bir yetenekti. Yalnız müzikte değil, başka güzel sanatlarda da yetenekliydi. Biliyorsunuz, akademi mezunudur. Resim yapıyor, desen çiziyor, şiir yazıyordu. Ama müzik yeteneği fevkaladeydi. Son derece zeki bir insandı. Bazı problemlerin çözümü hakkında konuşurken, ben daha bir şey söylemeden, Nevzat ağabey, öyle diyorsun ama derdi! Ben daha bir şey söylemeden aklımdan geçeni okurdu. 

BA. İcra şekliyle ilgili bir konudan mı bahsediyorsunuz? 

NS. Hayır, her konuda. Bütün hayatı müzik ve sahneydi. Sahnesiz, müziksiz yaşayamayacak bir insandı.

BA. Şarkı söyleme tekniği ile ilgili bir şeyler söyler misiniz? 

NS. Bütünses sanatçılarının öncelikle bilmesi gereken temel teknik konular vardır. Mesela nefes tekniği. Bu konuda fevkaladeydi. Sesi nereden çıkaracağını, kafa sesini mi, göğüs sesini mi, hangi sesi kullanacağını çok iyi bilirdi. Perde baskıları çok sağlıklıydı. Türk müziğinin bütün seslerini kusursuzca basardı. Bazı eserleri radyo üslubuna yahut Türk müziğinin yerleşik üslubuna uygun olarak okumazdı. Ama radyo üslubuna uygun biçimde okuduğu zaman da Türk müziğinin gerçek üslubunu verebilecek kabiliyette bir sanatçıydı. Sanatı için söylenecek söz yoktu. Fakat bazı sanatçıların da son zamanlarda çıkan arabesk usûlü şarkılara yönelmesi gibi Zeki Bey de daha sonra o şarkılara yöneldi, o üslupta okumaya başladı. Ama ilk yıllarında, hele bizim radyo devrelerinde kullandığı üslup son derece temiz, güzel, nezih bir üsluptu. 

BA. Bir şey daha uyuşuyor sizlerin anlayışıyla Zeki Müren’in o zamanki icra şekli. Zeki Müren kuru bir icrayla okumamış. Radyoda yine heyecanlı, duygulu, ama dengeli bir biçimde okumuş. Aşırı bir duygusallığa kaçmamış. Ama her hecede gönülden gelen bir sıcaklık var. Sizin üçünüzün dinamik icra üslubunuzla da bu uyuşmuş gibi geliyor bana. 

NS. Evet, etkileşim oluyor tabii. Zeki Bey istişare eder, iki yaşındaki bir çocuğa bile fikir danışan bir insandı desem yersiz olmaz. İstişaresiz hiçbir işe kalkışmazdı. Herkesten fikir alır, değerlendirir, sonra da duygusunu katarak problemi çözerdi.

BA. O zaman Zeki Müren’den bir eser dinlemenin vaktidir diyelim. Selahattin İnal, Nevzat Sumer ve Ferit Sıdal’ın eşliğinde Zeki Müren, Selanikli Ahmet Efendi’nin kürdilihicazkâr şarkısını okuyor, “Tîr-i nigehin açtı ciğergâhıma yâre”. 

(Şarkı dinletilir...)

BA. Şimdi sosyal güvenlik alanındaki çalışmalarınıza geçelim. Bu çalışma Ankara Radyosu çatısı altında başladı değil mi?

NS. Evet. 1954’te Ankara Radyosuna girdiğim zaman tamamen sanatla meşgul oldum, sanattan başka hiçbir şey beni ilgilendirmedi. Hayatımın da en mutlu yıllarıdır, bütün kâinat çaldığım sazın kapladığı sahanın içindeydi sanki. O kâinatta çok mutluydum. Ne var ki, bazı sanatçıların durumuna baktığım zaman beni rahatsız eden hususlar vardı. Kendilerine hayran olduğum sanatçıların sosyal güvenceleri yoktu. Çalışıyorlardı, topluma hizmet ediyorlardı, radyolarda mikrofon önünde büyük bir hizmeti en ön safta veriyorlardı. Fakat sosyal güvenlikleri yoktu, iş güvenlikleri yoktu, ücretleri de çok düşüktü. Bunlara bir çare bulma ihtiyacı duyduk. İlk olarak 1958'de bir dernek kurduk, fakat bu derneği yaşatamadık. 

BA. 1954’te girdiniz radyoya, 58’e kadar dört yıl geçti. Hâlâ kadroda değilsiniz değil mi?

NS. Hayır efendim, kaşeli çalışıyorduk. 

BA. Radyo icracılarının da büyük bir çoğunluğu kaşeliydi herhalde. 

NS. Çoğu kaşeliydi. Sazendeler arasında memur olan çok azdı, ama solistlerin çoğu memurdu. 

EP. Derneğin adı neydi?

NS. Radyo Sanatçıları Derneği adını vermiştik. 

BA. Kadrolu radyo sanatçılarının aldığı maaş tatmin edici miydi? 

NS. Hayır efendim, o zamanki memur maaşı tutarındaydı. 

BA. Öyleyse, bir hayli düşüktü demektir. 1950'lerin ikinci yarısı Türkiye’de çok zor bir dönemdi gerçekten.

NS. Evet efendim, 1950 yılında dolar 280 kuruştu, 1958’de 9 liraya çıktı.

BA. Çok meşhur bir devalüasyondur, yüzde 300.

NS. Ben 1952'de memuriyetten ayrıldığımda 144 lira maaş alıyordum. Bugünkü duruma hiç benzemez. Dernek işinden sonra Birleşmiş Türk Müziği Sanatçıları (BTMS) adı altında bir adi ortaklık kurduk. Amacımız, sanatçıların ekonomik durumlarını düzeltmenin yanı sıra asıl büyük amaç, ilerde büyük bir müessese haline gelmekti. Bu müessese şunları içine alacaktı: sahne müziği sanatları, müziği sahnede icra etmek, çeşitli yerlerde müzik faaliyetleri düzenlemek, müzik okulları yahut dershaneleri açmak, müzik hakkında kitap, nota basım işleriyle uğraşmak. Beş oluklu çeşme diyordum ben buna. Arkadaşlarla böyle bir amaçla kolları sıvadık. Gerek halk müziğinden, gerekse sanat müziğinden elli üç sanatçıydık. Bunların otuz üçü ortaklığa dahildi, öbürleri ücretli olarak çalışıyorlardı. Kışın kapalı bir yerde, yazın da Ankara Dört Yol Aile Bahçesinde konserler veriyorduk. İçkisizdi bu yerler.

BA. Hem fasıl oluyor, hem de solistler şarkı söylüyordu.

NS. Evet, her çeşit icra, fasıl, solo, saz eseri. O konserlere katılanlardan birkaçının ismini sayabilirim: Ziya Taşkent, Sevim Erdi [Deran], Güneri Tecer, Necdet Tokatlıoğlu, Kutlu Payaslı, Emel Sayın. Daha pek çok arkadaş vardı. Muazzez Türüng de vardı halk müziğinden.

BA. Siz de kanun çalıyor muydunuz?

NS. Çalmıyordum. Ben yönetiyordum, derneğin müdürüydüm.

BA. Çalanlar kimlerdi?

NS. Fikret Karahan, Erol Deran, Akın Özkan, hatırladıklarım bunlar. Halk müziğinden de Yaşar Aydaş. 

BA. Bu konserler Gençlik Parkındaki bahçelerde veriliyordu değil mi?

NS. Dört aile bahçesinde çalıştık, Güney Park’ta, Japon Bahçesinde, Kızılay’da Demir Tepe’de de bir Güney Park vardı. Buralarda beş altı sene çalıştık. 

EP. Yani siz bir adi ortaklık kurduğunuza göre, ilk defa bir özel teşebbüs, ticari bir işletme olarak çalışıyordunuz. 

NS. O dönemde dinleyicimiz çoktu, rağbet çoktu, bundan istifade ettik. Muntazaman, ciddi konserler vererek kalkınmak ama müziğimizi de kalkındırmak istedik. Amacımız okul açmaktı, okulsuzdu çünkü müziğimiz. Fakat sanatçılar bireyci kişilerdir, onları toplu halde tutmak çok zor iştir, bunu herkes bilir. Buna rağmen bu derneği beş altı sene yürütebildik. 

   Neticede 1964'ün sonlarına doğru ortaklık dağıldı. Fakat ortaklık dağılmadan önce bir örgüte ihtiyacımız vardı. Sosyal durumlarımızı düzeltmek için dernek kurmak fayda etmiyordu. Bir sendika kurdum. Sendikanın ilk sermayesi iki bin liraydı, onu da BTMS’den almıştım. Sendikayı kurduk, Halil Aksoy’a başkan olmasını rica ettim. O da kırmadı kabul etti, çünkü kendisi hukukçuydu aynı zamanda, son derece iyi bir udî, bilgili bir arkadaşımızdı. Onunla beraber sendikayı kurduktan sonra TRT’de sözleşme imzalamak istedik.

EP. Sendika ne sendikası idi?

NS. Müzik-İş. 

EP. Bu sadece radyo sanatçılarını mı, yoksa bütün müzisyenler kapsayan bir sendika mıydı? 

NS. Hepsini kapsıyordu ama, radyo sanatçısı dışında üyesi yoktu. 

BA. O adi ortaklığın kuruluşu TRT döneminden önceydi. Şimdi TRT dönemine geçmiş olduk. Bir nokta aklıma katıldı. Salon yahut açık hava konserlerinin geliri tamamıyla  ortaklığa mı kalıyordu?

NS. Tabii, salon yahut bahçe sahibiyle öyle anlaşıyorduk. Bilet gelirini biz, meşrubat gelirini onlar alıyorlardı. O şekilde anlaşmıştık. Yıllık gelirden ortaklarımıza her hafta avans veriyorduk. Kesin hesabı yıl sonuna bırakıyorduk. Ama avanstan pek bir şey kalmıyordu yıl sonuna. Yine de demin bahsettiğim parayı biriktirebilmiştim. 

EP.  2000 liranız oldu. 

NS. Hayır, 140 bin lira.

EP. Oradan mı?

NS. Evet oradan, o 2 bin lirayı sendika için almıştım. Bunları anlatmak isterim, enteresandır, başkan Halil Aksoy'la beraber yeni kurulmuş olan TRT'nin genel müdürü Adnan Öztrak’a gidip biz sendikayız, sözleşme istiyoruz dedik. Adnan Öztrak bize siz sendika kuramazsınız, dolayısıyla sizinle sözleşme de imzalanamaz dedi. Neden? Siz işçi değilsiniz ki. Hiçbir şey değilsiniz! Çıktık düşünmeye başladık, bizim bir şey olmamız lazım, memur değiliz, işçi değiliz, esnaftan değiliz! 

EP. Esnaf ve Sanatkârlar Birliği var ama, siz o sanatkârlardan da değilsiniz. 

NS. Bir şey olmamız lazım dedik, ne olduğumuzun belirlenmesi için Altındağ Mahkemesine başvurduk. Mahkeme dokuz ay sonra ilamı verdi; siz hizmet akitlisiniz, sendika kurabilir, sözleşme imzalayabilirsiniz dedi. Aldık ilamı, tekrar gittik Öztrak'a, buyurun efendim dedik. Şöyle baktı, ben böyle bir fikri takip görmedim dedi. Dokuz on ay geçti aradan. Biz ısrarla takip ediyoruz, çok önemli bir konu bu çünkü. Sözleşmeye oturduk, ilk sözleşmede bayağı hak elde ettik. Ücret artışı, bir ölçüde de iş garantisi sağladık. Bu çalışmalarımız on beş yıl sürdü. 

Enteresan bir konu da sigortayla ilgiliydi. O zamanki iş kanunu, sanıyorum üç kişiden fazla kişinin çalıştığı yerlerde personeli sigorta kapsamına alıyordu. Sigorta, müfettiş gönderiyordu TRT’ye, TRT diyordu ki hayır efendim, onlar bizde çalışmıyorlar, ara sıra uğruyor, saz çalıp gidiyorlar. Halbuki bütün gün oradayız, sabahtan akşama kadar saz çalıyoruz. Müfettişe hayır, öyle değil diyoruz. Tekrar tekrar müfettiş geliyor. Beş altı kere müfettiş geldikten sonra karar verildi: burası iş yeri kapsamına giriyor diye. İşte o zaman, 1965'te biz sigortalı olduk, o sayede emeklilik hakkı kazanabildik. Ama ben borçlanmayla elde edebilmiştim bu hakkı, çünkü on bir yıl kadar çalışmışım.

EP. Peki bu geçmişe dönük mü oldu? 

NS. Hayır, geçmişe dönük değil. Bakınız, aynı kuruma bağlı olan, aynı şartlarda çalışan İstanbul Radyosu iki yıl sonra kapsama girdi. Neden? Çünkü burada mücadele verildi. Uzatmayalım, ben 1967’ye kadar sendikacılıkla uğraştım. 1967'de, sözleşme imzalandıktan sonra İstanbul'a geldim. 

EP. Şurası tuhaf geldi bana: bir devlet kurumunun İstanbul dairesi ile Ankara dairesi arasındaki uygulama farkı olabilir mi?

NS. Oldu! Bu uygulama tarihe böyle geçti. Ankara Radyosunun kapsama alınması 1965'te, İstanbul Radyosu’nun ise 1967. 

EP. Emeklilik hakkı geriye dönük olarak değil, sigorta hakkı çıktığı andan itibaren değil mi?

NS. O zaman borçlanma kanunu çıkıyordu, ondan yararlanarak borçlanıp emekli olabildik, yoksa emekli bile olamayacaktık. 

BA. Bu yoldaki çalışmalarınız daha sonra da sürdü mü? 

NS. Sonra İstanbul’a geldim, burada artık sadece sanatımla meşgul olmak istiyordum. Fakat burada da Ar-İş sendikası vardı. İki radyoda iki ayrı sendika, birbirine rakip gibiydi. Birleşmemiz gerekiyordu. O birleşmeyi de sağlamak için beni görevlendirdi arkadaşlar yine. Üç dört sene de bunun için mücadele ettik, neticede birleştik, en sonunda da başarılı bir sözleşme imzaladık.  

BA. Nevzat Bey, radyo icracıları size çok şey borçlu bence. Çünkü büyük bir azimle sürdürmüşsünüz bu çalışmaları. Bundan sonra telif hakları meselesi var, bu da haklarınızın bir parçası, bu alanda neler yaptınız?

NS. Telif hakkı kutsal bir haktır. Ülkemizde telif hakkı diye bir hakkın işlerliği yoktu. Sendikayla ilk sözleşmeyi imzaladığımızda dahi telif haklarına ilişkin bir madde koydurmuştuk. Bu konunun ileride ele alınmasını öngören bir maddeydi bu. Sonra "Müspet Derneği" kurulmuştu, ben orada başkanlık da ettim kısa bir süre. Daha sonra konservatuvarda bulunduğum sırada Sanem adlı bir yayınevi kurdum. O yayınevi marifetiyle bestecilerle diyalog kurabildim. Bir araya geldik, eserlerini topladık. İyi bir hava yaratabildik, onun üzerine bakanlığa başvurdum, meslek birliği kurulmalıdır diye. Bildiğiniz gibi, modern anlamıyla telif hakları kanunu Türkiye’de 1952’de çıktı. O kanunda der ki, meslek birlikleri altı ay içinde eser sahiplerince kurulmazsa hükûmetlerce kurulur. Altı ay geçiyor, eser sahiplerinde hareket yok, otuz altı sene geçiyor, hükûmette hareket yok, meslek birliği kurulamıyor. 

1952 ile 1987 arası otuz beş sene. Otuz beş sene sonra kurabildik. Bu kadar uzun zaman içinde kanunun o maddesi kadük kaldığı için kanunun değişmesi, yönetmelikler hazırlanması lazımdı. Kültür Bakanlığına başvurdum. O zaman Cihat Baban’dı bakan. Cihat Bey bir gün eve telefon etti, gel şu işi halledelim dedi. Gittik. Prof. Halit Kemal Elbir'in çok emeği vardır bu konularda, onun ağabeyi de çok uğraşmıştır telif hakları için. Halit Kemal Elbir'le görüştük. Çok büyük uğraşlardan sonra kanun değişti, yönetmelikler çıkarıldı. Kaset bandrolleri o zaman çıktı işte. Neticede, Mesut Yılmaz zamanında meslek birlikleri kuruldu. Mesut Yılmaz geldi, ilk çeki verdi bize, kuruluş masrafları için. Bu kasetlerden elde edilen paralardan bir kısmı meslek birliklerine veriliyordu. Dört meslek birliği kurulmuştu. Biz yalnız müzik alanında istemiştik, ama dört birlik kuruldu: İlasan (İlim ve Edebiyat), Sesam (sinema eserleri), Gesam (müzik dışındaki güzel sanat eserleri), Mesam (müzik eserleri). Mesam halen faaliyetine devam ediyor. Şişli’de binası var, biliyorsunuzdur. Gitgide gelişiyor, dünyaya açıldı. Bir meslek birliği kazanmış olduk. Biz bu birliği kurmakla uğraştığımız sırada dünyada üç ülkede meslek birliği yoktu; biri Türkiye, öbür ikisi ise Afrika ülkesiydi. Öteki bütün ülkelerin meslek birlikleri vardı. Fransızlar yüz elli sene evvel kurmuşlardı, düşünün, daha o zaman. Çok şükür, o işi de hallettik. Bugün Avrupa Birliğine girerken bir meslek birliğimiz olmasaydı, Avrupalılar kurun onu diyeceklerdi. 

EP. Size teşekkür etmemiz gerekiyor. Ben müzik sanatıyla ilgili birisi değilim ama bir müzik sever olarak müzisyenler adına size teşekkür ederim.

BA. Nevzat Bey, bu anlattığınız uzun mücadelenin bence en önemli safhası radyoda görevli musıkişinasların devlet ve kanun katında "ne olduğu"nun tespit edilmiş olması. Hesap edelim, 1954’te Ankara Radyosuna girdiniz, 1979’da İstanbul Radyosundan emekliye ayrıldınız, yirmi beş yıl. Yani tamı tamına bir devlet memurunun hizmet süresi kadar. 

EP. Emekli olabilmek için emekli olabilme koşullarının hazırlanması olması lazımdı. 

NS. Borçlandık, bilmem ne yaptık, kapsama alındık, şu oldu bu oldu.  

EP. Yoksa hiçbir sanatçının emekli olması söz konusu olmayacaktı, radyoda çalıp duracaktınız.

NS. Bizim kuşak emekli olamazdı. 

BA. Olamazdı evet. Fakat telif hakları konusundaki mücadeleler bitmedi, hâlâ devam ediyor.

NS. O bitmez. Şimdi onun kapsamına internet yazılımları da girdi. 

BA. İnternet hukuku diye bir şey çıktı. Sanal dünyanın kuralları henüz kesinleşmedi, ama yeni bir hukuk dalı doğuyor. Biz yine radyoya dönelim, 1967'de İstanbul’a geldiniz, 1976'da da konservatuvara girdiniz. Hangi dersleri veriyorsunuz? 

NS. Kanun dersleri, solfej, nazariyat. 

BA. Ankara Radyosunda olduğu gibi İstanbul Radyosunda da çalışmalarınız sürdü.

NS. Sazende olarak, başka bir sanat faaliyetim olmadı.

EP. Sazende olarak çalışmak sanat faaliyetidir zaten. 

BA. Orhon Reklam adına Cüneyd Orhon, Hüsnü Özenen, Necati Giray’ın da katıldığı dizi programlarda saz eserleri çaldınız. Bunlar hep reklam programlarında yayımlanmış, ama çok ciddi çalışmalar. Bunların reklam programlarında yayımlanması ilgi çekici. Bunlar da İstanbul Radyosu yıllarınızın ürünleri. 

NS. Efendim, Cüneyd Orhon son derece değerli bir sanatçı arkadaşımız. Onun da memuriyeti süresince musıkiye büyük hizmetleri olmuştur. Çok değerli bir sazende olduğu gibi çok değerli bir yöneticidir de. O bantları birlikte doldurduk. O eserlerin bugün ortalıkta bulunmasından çok memnunum. Değerli, temiz icralar, Cüneyd Bey'in sayesinde oldu. 

BA. Son olarak şunu öğrenmek bizim için çok dikkate değer olacak: bunca yıl sonra geriye baktığınız zaman radyoyu nasıl görüyorsunuz? Siz 1954’te kendine tam güveni olmayan bir sazende olarak girip de radyo sınavını kazandığınıza bile inanmamıştınız. Fakat radyonun daimî bir kanunîsi olduktan sonra mutlaka çok ilerlettiniz kendinizi. Radyonun size herhalde çok katkısı oldu. Bu konuda ne söylersiniz? 

NS. Radyonun katkısı muhakkak. Benim asıl verimli çalışmalarım radyoya girdikten sonra oldu. Çok istifade ettim radyodan, özellikle solistlerle olan çalışmalarımdan. Bizden önceki sazende arkadaşlarımızdan, radyoda bulunan herkesten istifade ettim. Hepsine teşekkür borçluyum.  Bu bir gerçek. 1958-1968 yılları arasında müziğin atmosferinde kaybolmuştum sanki. O çalışmaları radyo sağladı bana. 

BA. Radyo isminizi bütün Türkiye'ye duyurdu. Siz de, musıki arkadaşlarınız da radyoda her gün ismi anons edilen sanatçılar oldunuz. 

NS. Efendim sormayın... Çoğunlukla solistlere eşlik ettiğimiz için günde bilmem kaç kere ismimiz anons ediliyordu. O kadar ki, bir Paro maması reklamı vardı radyoda o zaman, o reklamda okunan şarkılarda da ismimiz anons ediliyordu. Ben de, saz arkadaşlarım Selahattin İnal'la Ferit Sıdal da rahatsızdık bundan. Reklama üne, şöhrete meraklı olmayan insanlar olarak idareye gidip buna bir çare bulunmasını istemiştik. Onlar da bir çare bulmuşlardı, bundan sonra stüdyo sanatkârları refakat ediyor deriz dediler. Biz de rahatladık. 

EP. Bütün sanatçılar için mi?

NS. Hayır, sadece bizim üçlü için. Bir süre öyle devam etti, ama ara sıra isimlerimizi anons etmeye devam ettiler. 

BA. Radyoyu özlüyor musunuz?

NS. Efendim, o günlerini özlüyorum. Şimdiki radyoyu bilmiyorum. 

EP. Sizinle radyoya epeyce değişik bir açıdan baktık. Radyo dünyanızı bizimle paylaştığınız size çok teşekkür ederim. 

NS. Ben de çok teşekkür ederim, son derece memnun oldum sizleri tanımakla.